Jump to content
2019 Temmuz'dan sonraki tüm içerik ve üyelikler silinmiştir. Lütfen yeni kayıt yapınız ×
  • Hoş Geldiniz!

    Tüm özelliklerine erişmek için şimdi kaydolun. Kayıt yaptırdıktan sonra, konu açabilir, konuları yanıtlayabilir, kullanıcıların mesajlarını beğenebilir, özel mesaj yollayabilirsiniz.

    Kayıt olduktan sonra bu mesaj silinecektir.

hayatın süprizleri....


Tevfik

Önerilen Mesajlar

Türkiye cahiliye dönemini yaşıyor!

Mine Şenocaklı - [email protected]

158.jpg

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ ÖĞRETİM ÜYESİPROF. FARUK BİRTEK:

Bugün büyük cami yapmak bir güç göstergesi değil, bir uydurmanın göstergesi! Bir şeyi bilmiyorlar; kubbe yapmak 16. yüzyılda çok zor, onun için çok önemli. Onun için Sinan en büyük kubbeyi yapmaya çalışmış Selimiye’de ve başarmış. Artık herkes kubbe yapıyor. Ama bunların haberi yok! Ismarla Çin’e dört tane kubbe, göndersinler! Yarısı plastik olsun, yarısı altın! Çamlıca’ya büyük bir cami koysanız ne olur? Tamamen gösteriş olur. Yazık! Çünkü bilmeden gelmişler. Türkiye cahiliye dönemini yaşıyor şu anda. Aynı Hazreti Peygamber’den önceki dönem gibi... Bugün Türkiye’de cahil insanlar yetkiye sahip...

- Hocam dünkü konuşmamızda şöyle demiştiniz; “AKP, ‘Hayat tarzına karışmayız’ diyordu, karışmıyordu. Şimdi karışmaya başladı. Bugün kadının nasıl doğum yapacağına karışırsan, yarın başına da karışırsın. Ve bir kulp bulursun! Dersin ki; ‘Bunlar kışın grip oluyorlar, bunun devletimize maliyeti oluyor! En iyisi mi başlarını örtsünler!” Peki Çamlıca’ya cami yapılmasına ne diyorsunuz?

Komedi! Neden komedi biliyor musun? Mimar Sinan’ın camileriyle bezenmiş, Süleymaniye ve Sultanahmet’i olan, bütün silüetini, benliğini camilerle bulmuş İstanbul’un tepesine bir uyduruk cami yapıyorsun! Bir şeyi bilmiyorlar; kubbe yapmak 16. yüzyılda çok zor, onun için çok önemli. Onun için Sinan en büyük, en yüksek kubbeyi yapmaya çalışmış Selimiye’de ve başarmış. Şimdi kubbe yapmak ne ya! Çelik hasırı koyuyorsun, üzerine çimentoyu döküyorsun, istediğin büyüklükteki camiyi yapıyorsun. Bugün büyük cami yapmak hiçbir şey anlatmıyor. Bir güç göstergesi değil, bir uydurmanın göstergesi! Onun için Çamlıca Tepesi’ne büyük cami yapmak, bütün Mimar Sinan’ı ve Osmanlı geçmişini reddetmektir ve komik kalmaktır. Bu plastik otomobille dolaşmaya benziyor. Bu plastiktir. Camiyi de plastik yapsınlar daha iyi! Herkes artık kubbe yapıyor. Haberleri yok ya! Ismarla Çin’e dört tane kubbe, göndersinler sana! Yarısı plastik olsun, yarısı altın! Oraya büyük bir cami koysanız ne olur? Tamamen gösteriş olur. Yazık! Çünkü bilmeden gelmişler. Türkiye cahiliye dönemini yaşıyor şu anda. Aynı Hazreti Peygamber’den önceki dönem gibi... Bugün Türkiye’de cahil insanlar yetkiye sahip. Cahil insanlar karar mekanizmalarının içinde. Bakıyorum, Sağlık Bakanı işini bilmiyor, Ulaştırma Bakanı bilmiyor, Enerji Bakanı da bilmiyor, hele Çevre Bakanı hiçbir şey bilmiyor. Çevre düşmanı bir Çevre Bakanı var, enerji düşmanı bir Enerji Bakanı var.

Mimar Sinan şehrinde cami yapmak, plastik otomobille dolaşmaya benziyor...

- Niye enerji düşmanı?

Enerji Bakanı’nın görevi, Türkiye’ye petrol almak değil kardeşim. Almanya’da olduğu gibi nasıl olur da yüzde 25 az enerji harcayabiliriz onu bulmak. Esas bakanlık o. Yoksa Azerbaycan’dan petrol almak iş mi? Herkes alıyor. Mesele Türkiye’de sen nasıl tasarruf edeceksin? Almanya’nın başarısı 10 senede fosil enerji kullanımını yüzde 25 düşürmüş olması. Bizde de Enerji Bakanı’nın bunu yapması lazım. Binalarda izolasyonla uğraşması lazım. İnsanlara yenilik getirmesi lazım. Yoksa Azerbaycan’dan benzin alması değil. Ulaştırma Bakanı desen hiçbir şeyin farkında değil. Bu kadar durakları aralıklı metro olmaz şehirde. Bu, köy metrosu! Bunlar da kasaba iktidarı! Kasaba dünyada siyasetin en becerikli olduğu yer. Kasaba kadar siyaseti iyi yapan bir yer yok. Çünkü hem şehirle yarışacaktır hem köyü sömürecektir. Kasaba çok başarılı bir yerdir. Bu benim iki senedir üzerinde çalıştığım bir konu. Bu iktidar tam bir kasaba iktidarı; çünkü şehirleşmemiş. Türkiye’nin problemi şehirleşmeden metropolde yaşama çabasıdır. Onun için böyle yapay ve yampiri oluyor her şey. Onun için Türkler ne yazık ki kendilerini AVM’lerde buluyor. Herkes AVM’ye gidiyor, medeniyeti kazandığını zannediyor. Gökdelenlerde daire alıp 100 metre yukarıya çıkıyor, uzaya ulaştığını zannediyor. Yanlış anlamayın, Müslümanlığa büyük sevgi, saygı ve muhabbetim var. Muhafazakârlık çok kıymetli. Benim hakiki muhafazakâr, dindaş kardeşlerim var. Bunlar bir lokma bir hırkayla dolaşırlar, kalpleri açıktır, herkesi severler. Ama bir ayrışma var. Muaviye dönemi var bugün Türkiye’de. Türkiye Muaviye halifeliğini yaşamaktadır. Bu çok tehlikeli.

050620121418362635987_3.jpg

- Peki çıkış yok mu?

Türkiye’yi bu beladan, 3 bin 500 senelik erkek hegemonyasından kadınların kurtaracağına inanıyorum. Bilhassa, en büyük ümidim AKP’nin ve muhafazakâr kesimin kadınlarıdır. Orada pırıl pırıl genç kızlarımız var; fikirleri açık. Dünyayı öğrenmek istiyorlar. Bunların tahammülü bir gün bitecek. Bu erkek yoğun politikalardan usanacaklar. Benim üniversitemde birçok kız öğrenci var Müslüman, mutaassıp, başlarını örterler. Kendilerini çok severim, pırıl pırıldırlar, çok zekidirler. Müslüman erkek öğrencilerse zayıftır. Hantaldırlar, kafalarını çalıştırmazlar, tembeldirler.

- Neden?

Çünkü erkekler her taraftan istifade ediyorlar. İsterlerse mutaassıp oluyorlar, isterlerse modern! Çaktırmıyorlar. Hegemonik sınıf bunlar. Onun için kafaları tembel. Kızlar öyle değil. Ve benim onlardan çok ümidim var. İnşallah onlar bu iktidarı uyandıracaklar. İnşallah bir gün kafaları, zihinleri açılacak, başörtüleri değil! Benim başörtülü kadınlara fevkalade büyük saygım var. Çünkü inançları yüzünden bu kadar sıkıntıya katlanıyorlar. Ne kadar şayanı takdirdir ki sıcak yaz gününde bile başlarını örtüyorlar, sıcağa tahammül ediyorlar. Bu nefsi kontroldür. Başını örten bir üniversiteli gördüğüm zaman gidip tebrik ediyorum, “Aferin kızım” diyorum. İnancıyla yaptığı için... Siyaseten yaptığına da katiyen inanmıyorum.

- Siyaseten yapan yok mudur peki?

Siyaseten de vardır tabii ama ne yapayım, her yerde yampirisi, yapayı var. Yok mu Allah’ını seversen! Yalpalayan, sağa sola dönen, bir öyle bir böyle olan yok mu? Şimdi birileri çıkıp diyecek ki, “Sen de bir zamanlar AKP’yi destekliyordun! Ne oldu?” Evet, destekliyordum eskiden. Bilen bilir! Ben AKP’nin bir yenilik getireceğine güveniyordum. Ben Halk Partisi’ne, Baykal’a çok kızıyordum. Hâlâ çok kızıyorum. Ben Halk Parti karşıtıydım o zaman. Ama şimdi Halk Partisi beni kazandı. Aslında AKP itti, CHP beni kazanmadı. Sayın Başbakan’ın mütecavizkâr lafları yüzünden böyle oldu. Sen kalkıyorsun, İsmet Paşa gibi bizi Yunan işgalinden koruyan, Milli Mücadele’nin kahramanına, ki bugün Türkiye’nin insanları camiye gidebiliyorlarsa İsmet Paşa’nın kazandığı harplerin neticesinde gidebiliyor, büyük Atatürk’ün dediği gibi makus talihimizi yenmiş olan İstiklal Harbi komutanına bıyığından laf ediyorsun! Onu Hitler’e benzetiyorsun. Niye Hitler’e benzetiyorsun ya? Hitler nereden geldi aklına? O zaman beni kazanan Halk Partisi oldu. Çünkü benim ruhi ecdadıma, benim İstiklal Harbi kahramanlarıma dil uzattığı vakit ben artık o partinin yanında olamam. Çünkü ben bu vatanı böyle korumuşum. Benim ailem, benim tıbbiyeli babam İstiklal Harbi’nde gazi olmuş. Ben o inançla bu memlekette yaşıyorum. O inançla ben 23 sene sonra Türkiye’ye döndüm. Ama Türkiye beni kaybediyor. Çok acı verici bir şey bu. 70 yaşına geliyorum, vatanım bana yabancı gelmeye başlamış. Halbuki ben 23 sene yurtdışındaydım, İngiltere’de okudum, Amerika’da, Fransa’da dersler verdim, bin yerde dolaştım ama bir gün bile vatanım bana yabancı değildi.

Herkes bana çok kızacak ama bu ülkede demokratik dengeyi asker sağlıyordu!

- Çok dolmuşsunuz siz hocam?

Ben artık dolmuşa binerken bile 5 kişi olmamasına gayret ediyorum. Korkuyorum, 5 kişiyse binmiyorum. “Aman durma kardeşim” diyorum. Korkuyorum ya! 5 kişiyse terör örgütü diye götürebilirler bizi çünkü. Artık Türkiye’de işler böyle. Tabii şunu unutuyor herkes; Soğuk Harp bitti. Soğuk Harp olsaydı bugün, yani Rusya tehlikesi, Sovyet tehlikesi olsaydı bu kadar çok askeri içeri alamazdın. Soğuk Harp bitti. Şimdi rahat ettiler. Bu biraz Soğuk Harp’in neticesiyle ilgili. Bu birincisi. İkincisi, şunu görüyoruz, ki şimdi bir şey söyleyeceğim herkes ama herkes bana kızacak, Taraf Gazetesi başta olmak üzere... Türkiye’de demokrasi için bir denge lazım. Her demokraside bir denge lazım. Amerika’da başkanlık sisteminin dengesi parlamentodur, Anayasa Mahkemesi’dir ve biraz da Wall Street’tir. Yani Wall Street’te hisseler iner çıkar, başkanı dizginler bunlar. Yanlış değil bu, Amerika kapitalist bir ülkedir. Burada kapitalin ülküsü önemlidir. Tabii dengeleyecek. İtalya’da kilise çok önemlidir. Berlusconi’yi en son kilise gönderdi, “Çok oldun kardeşim, güle güle” dediler. Fransa’da üst bürokrasi çok etkilidir. Üst bürokratı ikna edemeyen iktidarın yerinde kalması zordur. Sarkozy ikna edemiyordu. Ondan gitti demiyorum ama bir türlü icraatlarını yapamıyordu... Şimdi bizde de çok önemli, çok ironik bir durum var. Demek ki bizde de demokrasi için asker gerekiyor. Şimdi beni herkes kesecek ama bu ülkede dengeyi asker sağlıyordu! Aksi halde güçlü muhalefetin olacak. Ama iktidar her zaman muhalefeti yiyor. Menderes’i gördük, Menderes Halk Parti’yi doğradı. Ne oldu? 27 Mayıs oldu. 27 Mayıs 3 yıl kaldı ve gitti. Şimdi herkes 12 Eylül’ü konuşuyor. Darbe sonrası yapılan katliamlar var. Çok acıydı. Ama onlar da başka bir şeyin parçasıydı. Herkes bunu unutuyor. Türkiye’de sıcak harp vardı. Şimdi oturup ahkam kesiyorlar. “12 Eylül niye oldu?” diye! Ben asla 12 Eylül’ü tasvip etmiyorum ama dikkat etmek lazım nasıl oluyor bu olaylar?

Hrant Dink Davası’nda Başbakan’ın tanık olarak dinlenmesi lazım!

- Ya 28 Şubat?

Tutturdular, postmodern darbe diye... Ama Erbakan da gitti kardeşim, ne biçim darbe bu? Darbe olmadı ki! Adama “Git” dediler, o da gitti. Nerede darbe anlamadım. Gitmeseydi! Asker bağırdı, o da gitti. Niye gitti? Nerede darbe ya! Şimdi o yüzden içeri adam atıyorlar. Darbe yok ki! Asker demiş ki, “Git!” Sen de gitme. Ecevit durdu, hapse attılar Ecevit’i. Karşı geldi. Adamı mahkemede hatırlıyorum, tek başına duruyordu. “Ben yazarım, gazetemi de çıkarırım” diyordu, hapse attılar. Bir kahramanı varsa o dönemin, Ecevit’tir. Siyasi olarak çon yanlışları olsa bile... Ben isterim ki Türkiye’de öyle bir muhalefet olsun ki demokrasiyi ben ordu korkusuna bağlamayayım! Bakın işte orduyu attılar hapse, dingili çıktı işin. Saatin zembereyi koptu, dingil gitti. Onun yerine ne lazım? Sağlam bir parlamenter sistem lazım. Başkanlık sistemi bunun en tersi sistemdir. O parlamenter sistem için de, 15 senedir söylüyorum, Seçim Kanunu’nun değişmesi lazım. Sen oraya milletvekili getireceksin, bu milletvekili parti başkanına bağlı olmayacak. Nasıl olacak? Dar bölge yapacaksın. Her seçilen kendi özgüveninle gelecek. Parti, ulustan onu isteyecek, “Aman gel, bizim adayımız ol. Çünkü sen önemli insansın” diyecek. Ama şimdi ne oluyor? Milletvekilleri susuyor, başkanlar konuşuyor. CHP bile herkesin sesini susturdu, şimdi bir tek Kılıçdaroğlu konuşuyor. Erdoğan’la öyle yarışılmaz. Sen bağırarak Erdoğan’la yarışamazsın. Erdoğan senden daha iyi bağırıyor. Bilakis espri yapacaksın, gırgır geçeceksin. Hafife alacaksın. Erdoğan’ın bağırmasını aynayla yüzüne tutacaksın. Ona bağırmayacaksın. Ama başka kimseyi de konuşturmuyorlar partide. Onlar da tek sese karar vermişler. Çünkü Erdoğan tek ses. Şimdi iki tek ses var Türkiye’de. Erdoğan’ın daha çok sesi çıkıyor kardeşim, Kılıçdaroğlu bağıramıyor. Erdoğan çok sesli bir adam, büyük hatip adam, ama işin ucunu kaçırdı. Kendi sesine aşık oldu, dağa çıktı... Bu kadar bağırılır mı ya! Bana soruyorlar, “Türkiye’de şiddet niye arttı?” diye, kardeşim Başbakan bu kadar bağırırsa, şiddet tabii olur bu memlekette.

- Beş yıl sonra ne olur peki?

Ben bu akışı iyi görmüyorum. Herkes bana diyordu ki, “Endişe etme, iktidar olduktan sonra, emin olduktan sonra yumuşayacaklardır. Daha alışacaklar şehirli olmaya!” Ama daha sertleştiler. Bugün AKP beş sene evveline nazaran çok daha sert. Böyle tırmanırsa ne olacak bilmiyorum. Dünyada Çin’den sonra en çok internet ortamında sansür olan ülke Türkiye. En çok insanın hapiste olduğu ülke Türkiye. Gençler hep içerde. Benim öğrencim zafer işareti yapmış, içerde. Nedeni belli değil, ne kadar kalacağı da belli değil. Büşra Ersanlı içerde. Alakası yok ya, Büşra’nın terörle! Ben onun tıfıl çocuk halini hatırlıyorum, Büşra terörden ne anlar ya! Gitmiş de ders vermiş! Büşra Ersanlı siyaset biliminin önemli bir insanıdır, tabii ders verecek. Ama hapiste! Gazeteciler hapiste. Çetin Doğan hapiste. Ne yapmış? Senaryo yazmış! Amerika devamlı aynı şeyi yapıyor. Ne senaryoları var Amerika’nın. Yazılsa ortalık karışır. Bu da askerin senaryosu. Asker diyor ki, “En fena durum olduğunda ne yapacağız? Bu strateji çalışır mı?” Şimdi asker hapiste. Bu kadar askerin hapiste olduğu dönem bir tek Nürnberg’te oldu. Onu geçelim; Ergenekon diye çok yanlış bir işlem var. Dosyaları birleştirdiler. Hrant Dink de orada. Ne olacak? Hrant Dink’in davasının sonunu görebilecek miyiz? Göremeyeceğiz tabii!

- Neden?

Görmene imkan yok. Tanık olarak Başbakan’ın gelmesi lazım. Çünkü Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek’den kimse bahsetmiyor. Hrant’ın cinayetinde bifiil hazır nazır olan o. Trabzon Emniyet Müdürü’nü oradan sürdüler, nereye sürdüler biliyorsun değil mi? İstihbarat Genel Müdürü yaptılar. Peki İstihbarat Genel Müdürü olarak ne yaptı bu adam? Gazeteden okuyorum ben de, Başbakan’la bir saat görüştü. Demek Başbakan ya Trabzonspor’u konuştu, ki mümkündür, yoksa bir saat ne konuşmuşlardır başka, yemek konuşmuş olabilirler mi? Zannetmiyorum. Belki Hrant Dink konuştular değil mi? Şimdi Hrant Dink’i Ergenekon’da araştıracak komisyonun Başbakan’ı çağırması gerekmiyor mu? “Ne konuştunuz, Trabzonspor mu, o zaman herhalde Aziz Yıldırım sohbetiniz de olacaktır?” diye... Hayatımı riske atıyorum bunu söyleyerek. Ben bugün çok tehlikeli bir şey yapıyorum. Çünkü bazı insanlar var; aralarda, arka taraflarda saklanıyorlar. Hrant Dink davası çok yazıldı, “Bu hukuk sistemi yanlış, dosya birleştirme yanlış” diye... Çünkü olay böylece hiç bitmiyor. Çünkü bizde adalet, süründürme mekanizması olmuş. Adalet yok olmuş. Adalet yok olunca mülk de yok olmuş. Mülk dediğin mal, tapu değil. Mülk, malikten geliyor, iktidar yok olmuş. Hükümet yok olmuş demek. Adaletin böyle olduğu yerde hükümetin yok demek. Devletin yok demek. Şimdi burada Halk Partisi muhalefet yapamıyor. Çünkü Soğuk Harp’ten kalma, kendisini yenilemesi lazım, yenileyemiyor. Dolayısıyla iş basına kalıyor. Türkiye’de demokrasinin geleceği basının elinde!

-BİTTİ-

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

90/10 KURALI

Hayatın %10′u, başınıza gelenlerden oluşur.

Hayatın diğer %90′i ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl davrandığınızla gelişir.

... Ailenizle kahvaltı yapıyorsunuz. Kızınız, çay fincanına çarpıyor ve bir fincan çay gömleğinizin üzerine dökülüyor.

Biraz önce olan olay üzerinde hiç bir kontrolünüz yok. Sonradan olacaklar ise sizin davranışınıza göre belirlenecek:

Lanet ediyorsunuz. Çayı üzerinize döktüğü için kaba bir şekilde kızınızı azarlıyorsunuz.

Kızınız üzülüyor ve ağlamaya başlıyor.

Kızınızı azarladıktan sonra eşinize dönüyor ve çay fincanını masanın kenarına çok yakın koyduğu için eleştiriyorsunuz. Bunu kısa bir sözlü tartışma takip ediyor.

Öfkeyle odaya gidiyorsunuz ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz.

Odadan çıktığınızda kızınızı, ağlamaktan dolayı kahvaltısını bitirememiş ve okul için hazırlanamamış bir halde buluyorsunuz.

Kızınız servisi kaçırıyor.

Eşinizin işe gitmek için hemen çıkması gerekiyor. Hemen aceleyle arabanıza koşuyorsunuz ve kızınızı okula bırakmak üzere hareket ediyorsunuz.

Geç kaldığınız için, saatte 40 km hız sınırlaması olmasına rağmen saatte 80 km hızla gidiyorsunuz.

15 dakikalık gecikmeden ve hız limitini aştığınız için ödediğiniz 83 milyon trafik cezasından sonra okula ulaşıyorsunuz.

Kızınız size “Hoşça kal” demeden binaya koşuyor.

İşyerinize 20 dakika gecikmeyle geliyorsunuz ve evrak çantasını evde unuttuğunuzu anlıyorsunuz.

Gününüz korkunç bir şekilde başladı!

Devam ettikçe, kötüleşiyor, daha da kötüleşiyor sanıyorsunuz. Eve gitmeyi dört gözle bekliyorsunuz.

Eve ulaştığınızda eşiniz ve kızınızla olan ilişkilerinizde araya sıkıştığınızı sanıyorsunuz.

Neden? Sabahleyin nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak!

Neden kötü bir gün geçirdiniz?

A) Çay sebep oldu

B) Kızınız sebep oldu

C) Polis sebep oldu

D) Siz sebep oldunuz

Cevap “D” şıkkı.

Çayın dökülmesinde sizin bir kontrolünüz yoktu.

Sizin gününüzün kötü geçmesine o 5 saniye içindeki davranışlarınız sebep oldu.

90/10 Sırrını keşfedin

Olabilecek ve olması gereken ise şöyleydi.

Üzerinize çay döküldü.

Kızınız ağlamak üzere.

Siz nazikçe

“Tamam tatlım, bir dahaki sefere biraz daha dikkatli olman gerek” diyorsunuz.

Havluyu kaptığınız gibi odaya gidiyorsunuz.

Gömleğinizi değiştirip, evrak çantasını aldıktan sonra odadan çıkıyorsunuz ve ayni anda pencereden kızınızın otobüse bindiğini görüyorsunuz.

Kızınız geri dönüp el sallıyor. Siz ve eşiniz işe gitmek için birlikte çıkıyorsunuz.

5 dakika önce işe geliyorsunuz ve çalışma arkadaşlarınıza neşeli bir şekilde selam veriyorsunuz. Patronunuz ne kadar güzel bir günde olduğunuz hakkında konuşuyor.

Farka bakın!

İki farklı senaryo.

İkisi de ayni başladı.

İkisi de farklı bitti.

Neden?

90/10 sırrı inanılmazdır!

Çok azımız bunun farkındadır.

Sonuç?

Pek çok insan gereksiz yere stresten, dertlerden, problemlerden ve başarısından acı çekmektedir.

Bu sır nedir?

Hayatın %10′u, sizin başınıza gelenlerden oluşur.

Hayatin diğer %90’na ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl davrandığınızla karar verilir.

İnsanlar anlamsız şeyler söyler ve yaparlar.

İnsanlar hasta olurlar.

Arabalar bozulurlar, uçaklar geç kalır ve bütün planlarımızı alt üst ederler.

Trafikte bir sürücü canımızı sıkabilir v.s.

Bu %10′luk kısım tamamen bizim kontrolümüz dışında gerçekleşir.

Diğer %90′lik kısım farklıdır.

Bunu siz belirlersiniz.

Nasıl?

Olaylara yaklaşımınızla!

Ahmet A. tarafından düzenlendi
  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Garsona patlıcan kızartması, fava, beyaz peynir, kavun ve bir duble rakıyla tonik söyledim.

Tonikle rakı “Ne aláka?” diye soracaksınız.

Şu aláka, rakıyı suyla sulandırıp karşıma koyuyorum ve ona baka baka tonik içiyorum.

Tam ikinci duble toniğimi yudumlarken yaşlı garson,

- Afiyet olsun Oğuz'cuğum dedi.

Ben, bu sesi hatırlar gibiyim. Surat da yabancı değil diye düşünürken garson gülümseyerek,

- Beyoğlu Erkek Lisesi, 627 Ercan dedi.

Tabii yahu, bu bizim Hafız Ercan...

Hafızlığı bütün kitapları sular seller gibi hıfzetmesinden geliyor.

Sınıfın yarısı onun verdiği kopyaların yüzü suyu hürmetine okulu bitirmişti.

- Sen, mezun olduktan sonra İktisat Fakültesi'ne gitmemiş miydin?

- Evet, gitmiştim.

- Ne oldu, bitiremedin miydi?

- İkincilikle bitirmiştim.

- Öyleyse bu garsonluk niye?

Ercan, “Uzun hikáye!” deyip bir koşu köşe masanın mezelerini götürdü.

Okuldan sonra Ercan'ı hiç görmemiştim.

Ama büyük bir işadamı olduğunu gazetelerde okuduğumu anımsadım.

Hatta, ismine vergi rekortmenlerinin arasında bile rastlamıştım.

Ayrıca gazetelerin magazin sayfalarının da gediklisiydi.

Yanında hep sosyeteden bir dilber bulunurdu.

Herif bu yaşta bile hálá yakışıklıydı. Ama düşmez kalkmaz bir Allah!..

Bizim Hafız, onca varlıktan sonra şimdi garsonluk yapıyordu.

Bir ara servis tabağımı değiştirmek için Ercan yine yanıma geldi.

- Vah vah, demek şirketini batırdın?

- Hangi şirketimi? İthalat-ihracatı mı soruyorsun?

- Tamam onu.

- Ne batması yahu, Yugoslavya'dan deri alıp, dikip Almanlar’a satıyordum.

Sonra, bizim piyasadan zeytinyağı toplayıp İtalyan etiketiyle İngiltere'ye ihraç ediyordum.

- İtalyanlar hır çıkarmıyor muydu?

- Bayılıyorlardı bile... Şişe başına yüzde 5 patent parası ödüyordum. Karşılığında İngilizler'den iplik ithal edip dokutuyordum. Biliyorsun bizde işçilik ucuz. Sonra, İngiliz kumaşı fiyatına Amerika'ya ihraç ediyordum. O şirketin yıllık cirosu 300 milyon doları buluyordu.

- Sonra ne oldu?

- Şirketi Sabancı'ya sattım.

- Niye be, altın yumurtlayan tavuk satılır mı?

- Ne yapayım sıkıldım.

- “Hey garson, bana bir duble rakı daha getir” diye seslenmeleri üzerine Ercan başka masaya koştu.

Kafam iyice karışmıştı. O karışıklık arasında tonik yerine rakı bardağına saldırmışım. Daha birinci fırtta Dr. Deniz Şener'in ayıplayarak bakan yüzü gözümün önüne geldi. Süklüm püklüm bardağı masaya bıraktım. Peki ama bu herif, onca parayı kaybetmeyi nasıl becermişti? Yanımdan geçerken ceketinin eteğine yapıştım.

- Yoksa kumar mı oynadın?

- Kumarı severim doğrusu... Ama aptal kartlarla ya da ruletin keçi pisliği kadar topuyla kumar oynamam. Hele bir atın dört sıska bacağına beş kuruş yatırmam. Sadece geçen yıl Borsa'da kazancım 6 trilyonu bulmuştu.

O sırada kasada oturan meymenetsiz şişko herif,

- Seni buraya çene çalasın diye almadık be... Dört numaralı masa yarım saattir hesap bekliyor. Zaten kabahat acıyıp da morukları işe alanda!.. diye homurdanmaya başladı.

- Kusura bakma Oğuz'cuğum. Bugün tek başıma çalışıyorum. Pinti herif, mutfaktan köfte aşırıyorlar diye iki komiyi de işten attı.

Ercan, arı gibi çalışırken ben de kafayı çalıştırıyordum.

Bizim Hafız, ne etmişti de batıp garsonluğa razı olmuştu?..

Sonunda buldum...

Meşhur kriz!..

Evet mutlaka krizde batmıştı.

Yüzlerce fabrika, dükkán, işyeri krizde kapanmamış mıydı?..

Sabancı bile üçte bir fakirleştik demişti.

Geç olmuş, müşteriler yavaş yavaş gitmeye başlamışlardı.

Ben, lanet patronun gönlü olsun diye kalamar, midye tava, karides ve

içmeyeceğim bir duble rakı daha söyledim.

Meraktan çatlayacaktım.

- Krizden birkaç fabrikam ve şirketim etkilendi doğrusu... Ama 3 ihracat şirketim dolarla çalıştığı için Lira'nın düşmesi sonucu açıktan 450 milyon dolar filan kárım oldu. Tabii, turistik otel zincirimi saymıyorum. Onlar da dövizle iş yapar.

- Yoksa bütün paranı kadınlara mı yedirdin?

- Senin hesap kitaptan tıntın olduğun daha lisedeyken belliydi. Yahu, kadınlardan bin kişilik bir harem taburu kursam, hepsine kürk, mücevher, Rencrovır filan alsam 6 aylık kazancımı harcayamam. Ayrıca bende kadınlara para yedirecek hal var mı?.. Gençliğimde bana Toni Körtis Ercan derlerdi.

- Hálá fena değilsin.

- Üstelik hálá da elim ayağım tutuyor. İlk eşim Tütüncügiller'in tek varisiydi. İlk sermayem ondandır. İkincisinin Boğaz'da 4 yalısı vardı. Bu arada zamanın ne kadar ünlü artisti, şarkıcısı varsa aşka düşüp benim kervana katıldılar. Şimdiki ise adını vermeyeyim, ünlü bir çıtır manken... Benden tam 42 yaş da küçük.

- Pekiyi be birader, para sende kadın sende!.. Ama ne halt etmeye gece yarıları böyle salaş meyhane köşelerinde sürünüyorsun?

- Doyumdan... Yani tatminden!

- Ne tatmini?

- Aşk ve iş tatmini... Yaşama başlarken mutlu olmak için aşkta ve işte başarılı olmak gerektiğini öğrenmiştim. Çünkü insanoğlunun başına ne bela geldiyse tatminsiz heriflerden gelmiştir. Aşkında ya da işinde başarısız kişiler tatmin olamazlar. Tatminsiz insan mutsuzdur. Mutsuz insan çevresini de mutsuz eder.

- Ama sen başarılısın.

- Evet başarılıyım ama fazla başarılıyım. Fazla doyum da ayrı bir bela... Bir süre sonra amacın, hedefin, hayallerin kalmıyor. Bütün hayallerin gerçek olmuş. Özleyeceğin hiçbir şeyin yok. Hiç hata yapmamışsın. Son damlasına kadar sıkılmış limona dönmüşsün. Güne başlarken yüreğinde minicik bir heyecan kıpırtısı bile duymuyorsun. Yataktan bile çıkmak istemiyorsun. Para ve kadın bütün cazibesini yitirmiş. Hiç olmazsa burada müşterilerle ve patronla boğuşup kendimi yaşama ait hissediyorum. Biraz daha genç olsaydım hamallık yapmak isterdim. Dünya gelişmişse doyumsuzlar sayesinde gelişmiştir.

* * *

Aradan birkaç ay geçti. Ercan'ın derdini hálá anlamış değilim. Bizim Hafız herhalde kafayı üşütmüştü.

Geçenlerde yine uğrayıp da oğlan ne haldedir diye o salaş meyhaneye gittim. Meyhane yerinde yoktu. Salaş meyhanenin yerinde neonlu, altın varak dekorlu lüks bir sosyete restoranı vardı. Kapıdaki amiral gibi giydirilmiş teşrifatçıya

- Garson Ercan hálá burada mı çalışıyor? diye sordum.

- Bizde Ercan diye garson yok. Ama patronumuzun adı Ercan dedi.

Ahmet A. tarafından düzenlendi
  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

  • 1 ay sonra...

Deniz eğildi kulağına Martının :

"Yapma" dedi ve ekledi;

"Maviliğime aldanıp dalma sularıma, balık yaşamıyor içimde artık."

Tebessüm etti Martı...

... "Sadece balık için mi dalıyorum sanıyorsun maviliğine ?"

''Ya neden?'' diye sordu Deniz..

Sen ve ben dedi Martı;

bir çok aşığın fotoğraflarında aynı karede yer alıyoruz.

... Bir çok ayrılanın sakladığı resimlerde de..

Balık yok diye seni terketsem, o fotoğrafları da terk etmiş olmaz mıyım ?..

"Ben açlığa ayıp olmasın diye değil, Aşk'a ayıp olmasın diye hala sendeyim"

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın

Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor

Hesap oluştur

Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.

Hesap Oluştur

Giriş yap

Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.

Giriş Yap
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgi

Bu siteyi kullanarak, forum Gizlilik Politikasını kabul etmiş olursunuz.