Jump to content
2019 Temmuz'dan sonraki tüm içerik ve üyelikler silinmiştir. Lütfen yeni kayıt yapınız ×
  • Hoş Geldiniz!

    Tüm özelliklerine erişmek için şimdi kaydolun. Kayıt yaptırdıktan sonra, konu açabilir, konuları yanıtlayabilir, kullanıcıların mesajlarını beğenebilir, özel mesaj yollayabilirsiniz.

    Kayıt olduktan sonra bu mesaj silinecektir.

hayatın süprizleri....


Tevfik

Önerilen Mesajlar

Hepimiz değişik yaş gruplarında,değişik kültür ve eğitimlere sahip,değişik kentlerde doğan yaşayan insanlarız ve tüm bu yaşantımızı bir şekilde bu forumda acı,tatlı,öfkeli yada neşeli paylaşmaya yani hayatı olduğu gibi sessiz bir filmi izlerken buluyoruz...o halde canımızı acıtan...içimizdeki duygusallığı ve insansı yönleri çıkartan...hikayelerimizde vardır canlı,başımıza gelen yada okuyup duyduğumuz...paylaşırsak diye düşündüm.....

Hala bizim insan olduğumuzun kanıtı olan acıyan...kanayan...yanlarımız için...

Güzel sanatlara hayran bir adam varmis.O kadar çok seviyormus ki ,hayatini ona adamis.Güzel sanat eserleri alabilmek için çok çalisiyor ve güzel bir sanat eseri için tüm parasini veriyormus.öyle ki Rembrandt,Picasso ve diger pek çok ünlü sanatçinin eserini satin alabilmek için var gücüyle çalisiyormus. Esini yillar önce kaybetmis,ama bir oglu varmis.çocugunu yetistirirken bu sanat sevgisini ona da asilamis.Büyüyünce ,oglu da bir sanat koleksiyoncusu olmus.Ve bu sanat sevgisi her ikisinin de çok sevdigi ve onlari birbirine baglayan güçlü bir bag olmus. Bir süre sonra ülkeleri bir savasa girmek zorunda kalmis. ülkenin diger gençleri gibi oglu da göreve yazilip ülkesi için savasa katilmis. Aradan biraz zaman geçmis ve baba bir mektup almis.Oglunun bir harekatta kayboldugunu bildiriyormus mektup. Baba çok üzülmüs. Oglunu çok seviyormus ve yoklugunda, oglunun,onun için ne kadar önemli oldugunu anlamis. Ona ne oldugunu bilmemek acisini çok daha fazla arttiriyormus. Birkaç hafta sonra kalbini parçalayan ikinci mektubu almis baba. Bu mektupta ,oglunun bir harekat sirasinda öldügü yaziyormus.Ogul, muharebe sirasinda yaralanan askerleri kurtariyormus.Ve en son yaraliyi güvenli bölgeye tasirken ,arkadan gelen bir kursun onun hayatini kaybetmesine sebep olmus. Mektubu alali birkaç ay olmus ve Noel sabahiymis.Ama baba yataktan kalkmayi istemiyormus.Oglu olmaksizin bir Noel geçirmeyi gönlü arzu etmiyormus. Birden kapi çalinmis ve kim olduguna bakmak için asagiya inmis.Kapiyi açinca elinde bir paket olan genç bir adam görmüs. Genç adam: "Bayim,siz beni tanimiyorsunuz;ama ben oglunuzun kurtarirken öldügü yarali askerim."demis. "Ben çok zengin biri degilim.Ama oglunuz sizin sanat sevginizden bana söz etmisti.Ve ben de çok iyi bir ressam olmadigim halde onun bir portresini yapip size hediye etmek istedim."demis. Baba paketi almis ve eve girip açmis.Sonra koleksiyon odasina gidip söminenin üzerinde asili olan Rembrandt eserini çikarip onun yerine kendi oglunu portresini asmis. Sonra gözlerinden akan yaslarla genç adama dönmüs ve "Bu benim en degerli esyam.Ve evimdeki tüm degerli eserlerin hepsinden daha degerli."demis. Baba ve genç adam birlikte Noel yemegi yemisler ve genç adam daha sonra gitmis. Birkaç yil sonra baba hastalanmis ve bir süre sonra da ölmüs. Onun ölümü her yerde duyulmus.Herkes onun sahip oldugu sanat eserleri için yapilacak müzayedeyi merak ediyormus. Nihayet müzayedenin Noel Günü yapilacagi duyurulmus. Müze yetkilileri ve dünyanin en ünlü koleksiyonculari evde toplanmislar. Hepsi heyecanla satilacak sanat eserlerini alabilmeyi bekliyorlarmis. Ev dolmus.Müzayede yöneticisi ayaga kalkmis ve : "Hepinize geldiginiz için tesekkür ederim.Müzayedenin ilk parçasi arkamda gördügünüz portredir." demis Arka siralardan bir "Ama o,yasli adamin oglunun portresi." diye bagirmis. "neden onu geçip ,asil sanat eserlerine gelmiyoruz." Mezatçi : "önce bunu satmamiz gerek.Sonra digerlerine geçebilecegiz." demis. "Evet,artirmayi 100 dolar ile baslatiyorum.Yok mu artiran?" Hiç kimseden ses çikmayinca "O zaman 50 dolar" demis. Hala kimseden ses çikmamisti. "O zaman 40 dolar."ses çikmayinca "Hiç kimse bu portreye talip degil mi?"diye sormus. Yaslica bir adam ayaga kalkmis ve "10 dolara olur mu?"demis . "Tüm param bu.Ben onlarin karsi komsusuyum ve bu çocugu taniyorum.Onun büyümesine tanik oldum ve o çocugu çok sevdim.Onun portresini almak isterim." "Yani 10 dolara almak istiyor musunuz?"diye sormus müzayedeci. "10 dolar!Satiyorum !Satiyorum !Satttt

-tttttiiimmmm!" Salonda bir sevinç miriltisi yükselmis ve herkes birbirine : "Nihayet gerçek sanat eserlerine kavusacagiz" demeye baslamis. Müzayedeci o zaman : "Hepinize geldiginiz için tesekkürler ederim.Sizleri bugün burada görmek çok güzeldi.Ama müzayede burada bitti."demis Kalabaliktan kizgin sesler yükselmeye baslamis. "Ne demek müzayede bitti?Diger parçalar için artirma baslamadi bile..." Müzayedeci o zaman: "üzgünüm ama müzayede sona erdi.çünkü yasli adam vasiyetinde söyle demisti. "Oglumun portresini alan tüm eserlerin sahibi olur."

  • Beğen 7
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

ey gençler........evlenirken şunu düşünün uğruna ölünecek bir sevgili bulmayın...uğrunuza ölücek bir kadınla evlenin...yoksa birinci şıkka göre evlendiyseniz zaten pek fazla sürmüyor ömrünüz kahırdan...öldürüyor sizi... :kıhkıh:

Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir sent eksik, ne bir sent fazla!.. Bunun da altmış senti penniden ibaret ufaklıktı. Bu pennileri teker teker bakkal, kasap, manavla çekişe çekişe pazarlık ederek ve her defasında satıcıların cimrilik isnatları karşısında utancından kıpkırmızı kesilerek biriktirmişti. Della paraları üç defa saydı. Bir dolar seksen yedi sent, o kadar! Halbuki ertesi gün Noel'di.

Kendini odadaki partal divanın üzerine atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka çare yoktu. Della da böyle yaptı.

Della'nın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman! Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane!

Aşağıda antrede, içine tek bir zarf sığdırmaya imkan olmayan bir mektup kutusu ile ölümlü bir elin asla çaldıramayacağı bir zil vardı. Kapıda da "Mr. James Dillingham Young" ismini taşıyan bir kart asılı idi.

Mr.James Dillingham eve geldiği vakit size evvelce Della diye takdim ettiğimiz karısı kendisine "Jim" diye hitap eder, boynuna sarılarak onu bağrına basardı.

Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı. Pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki bulut rengi bir parmaklık üzerinde yürüyen bulut rengi kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü Noel'di. Jim'e bir hediye alabilecek yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu pennileri aylardan beri birer birer biriktirmişti. Halbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görüyordu.

Haftada yirmi dolara pek bir şey yapmaya imkan yoktu. Masraf umduğundan fazlaya çıkıyordu.

Zaten her zaman öyle olur!.. Şimdi Jim'e hediye alacak yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak bir çok mesut anlar yaşamıştı. Güzel, nadir, parlak bir şey, Jim'e ait olmak şerefi ile az çok mütenasip bir hediye.

Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın önüne attı. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu, ama yirmi saniye içinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü.

James Dillingham Young Ailesi'nin iftihar ettikleri iki şeyleri vardı. Birisi Jim'in babasından intikal eden ve aslında büyük babasına ait olan altın saat, diğeri ise Della'nın saçları idi. Apartmanın hava deliğinin karşı tarafında Saba Melikesi otursaydı Della, kraliçenin mücevherlerini kıymetten düşürmek kastiyle, o güzel saçlarını pencereden dışarı sarkıtırdı. Hazreti Süleyman apartmanın kapıcısı olsa ve bütün servetini, elmaslarını, bodrumda bulundursaydı, Jim ihtiyarı kıskandırıp hasetle sakalını kaşıttırmak için önünden her geçişinde cebindeki saati çekip bakar gibi yaparak gösterirdi.

Della'nın saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve bir elbise gibi vücudunu örttü. Bununla beraber Della, saçlarının uzun müddet böyle kalmasına müsaade etmedi. Sinirli ellerle hemen topladı. Bir aralık bir an için durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya bir iki damla gözyaşı aktı.

Della, gözlerinin yaşı kurumadan kahverengi ceketini kapıp aynı renkteki şapkasını başına geçirdiği gibi, eteklerini savurarak kapıdan fırladı. Merdivenleri inip sokağa çıktı.

"Mm. Sofronie. Her nevi saç levazımı" ibaresini taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede kendini yukarıda buldu. İriyarı, süt beyaz, soğuk bir kadın olan Madam Sofronie'ye nefes nefese:

- Saçlarımı alır mısınız? diye sordu.

Madam:

- Saç alırım ama şapkanı çıkar da bir bakalım, cevabını verdi. Della altın renkli, çağlayana benzeyen saçlarını döküverdi.

Madam, saçları pişkin bir alıcı eli ile bir yokladıktan sonra.

- Yirmi dolar, dedi.

Della:

- Peki. Derhal, cevabını verdi.

Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üstünde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu. Edebiyat bertaraf, Jim için istediği hediyeyi bulmak arzusu ile dükkanların altını üstüne getiriyordu.

Nihayet bulabildi. Hasseten Jim için yapılmış bir şey? Dükkan dükkan gezmiş, hiçbirinde buna benzer bir şey görmemişti. Platin bir saat zinciri. Kıymeti, fazla gösterişli süslerde değil, deseninin sadeliğinde ve kibarlığında idi.

Bütün iyi şeyler böyle olmalıdır. Zincir Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi.

Della ilk nazarda kararını verdi. Zincir tıpkı Jim gibi idi. Gösterişsiz, fakat kıymetli. Kocasını da, zinciri de aynı şekilde tarif etmek mümkündü, yirmibir dolar verdi. Bu zinciri taktıktan sonra Jim artık, saatine nerede olsa bakabilir, daha doğrusu bakmaya heveslenebilirdi. Halbuki, şimdi o emsalsiz saate, bir kayışa asılı olduğundan hep gizleyerek bakıyordu. Eve avdet ettikten sonra Della'nın sarhoşluğu biraz geçti. Aklı başına gelerek ihtiyatlı hareket etmeyi düşündü. Saç maşalarını çıkartarak hava gazını yaktı. Ve aşkla cömertliğin birleşmesinden doğan tahribatı tamire koyuldu. Sayın dostlar, burun kıvırıp geçmeyin. Bu her zaman muazzam bir iştir. Müthiş bir iş!. Kırk dakika zarfında saçları mektep kaçağı bir çocuk kafası gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Della aynadaki aksini tenkitçi bir nazarla uzun uzadıya dikkatle seyretti.

Kendi kendine:

- Jim bu halimi görüp de ilk bakışta öldürmezse iyi. Tiyatro kızlarına benzetecek ama ne yapayım. Bir dolar seksen yedi sentle ne alınabilirdi ki, dedi.

Yedi buçukta kahve pişirilmişti. Tava da sobanın arkasına yerleştirilerek ısıtılmış olan pirzolaları kızartmak üzere hazırlanmıştı.

Jim, hiç geç kalmazdı. Della zinciri avucuna alarak kapının yanındaki masanın başına oturdu.

Kocasının, merdivenlerin ilk basamağındaki ayak seslerini duyunca bembeyaz oldu.

Gündelik, en basit şeyleri için dua etmeyi adet etmişti.

- Büyük Allahım! Yalvarırım sana, ne olur, saçlarımı beğendir, diye mırıldandı.

Jim kapıyı açtı ve içeri girip arkasından kapadı. Zayıf ve pek ciddi bir hali vardı. Zavallı henüz yirmi iki yaşında, aile yükü taşıyordu. Yeni bir pardesüye ihtiyacı vardı, ellerinde eldiven yoktu.

Odaya koku almış bir av köpeği gibi etrafına kayıtsız bir halde bakınarak girdi. Gözleri Della'ya dikilmişti. Della bu dik nazarların manasını anlamayarak korktu. Bu nazarlar ne hayret, ne hiddet, ne dehşet, ne beğenmemezlik, yani genç kadının hazırlandığı hislerden hiçbirini ifade etmiyordu. Jim, yüzünde o garip ifade ile nazarlarını karısına dikmiş sadece bakıyordu.

Della masanın yanından kıvrılarak yaklaştı.

- Jim, şekerim ne olursun öyle bakma, diye yalvardı. Saçımı kesip sattım. Noeli sana hediye almadan geçiremezdim, ölürdüm. Ne olacak yine büyür. Affediyorsun değil mi? Ne yapayım başka çarem yoktu. Saçlarım çabuk büyür. Unutalım bunu, haydi Jim, şekerim. Noel'in mübarek olsun de de barışalım. Ne güzel ne hoş bir hediye aldığımı tasavvur edemezsin, dedi.

Jim zihnini yoracak kadar düşünüp taşındığı halde bir türlü anlayamamış gibi yavaş yavaş:

- Saçını mı kestin, dedi.

Della:

- Kesip sattım. Bu halimi beğenmedin mi?

Eskisi kadar sevmedin mi? Saçsız da yine aynı insan değil miyim, diye yalvardı.

Jim etrafına şaşkın şaşkın baktı. Nihayet aptallaşmış gibi:

- Saçımı kestim mi dedin, diye cevap verdi.

Della:

- Evet, kesip sattım diyorum, diye izah etti. Yavrucuğum bu akşam Noel!

Beni mazur gör, affet. Senin uğruna gitti, deyip ciddi bir tatlılıkla:

- Saçlarımın tellerini saymak belki mümkündür ama sana olan sevgimi ölçmek imkansızdır. Şekerim, pirzolaları ateşe koyalım mı? diye sordu.

Jim, daldığı rüyadan uyanır gibi oldu. Della'cığını kollarına aldı, pardesünün cebinden bir paket çıkararak masanın üstüne attı.

- Dellacığım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik yapmaz. Paketi açarsan birdenbire neden afalladığımı anlarsın, dedi.

Della beyaz parmakları ile kağıdı yırtarak ipleri kopararak paketi açtı. Açmasıyle feryadı basması bir oldu.

Gözlerinden yaşlar akmaya başladı.

Paketten Della'nın Broodway'de bir vitrinde görüp uzun müddettir arzuladığı taraklar çıkmıştı. Kaplumbağa kabuğundan yapılmış elmas kenarlı o güzel taraklar işte önündeydi.

Renkleri de saçlarına ne kadar uyuyordu. Pahalı olduklarını bildiğinden hiç ümide kapılmadan beğenmiş ve arzulamıştı. Hiç beklemediği olmuştu. Ama ne çare ki pek tamah ettiği bu canım tarakları süsleyecek lüleler gitmişti.

Della nihayet kendini toplayarak kocasının getirdiği hediyeleri bağrına bastı. Gülümseyerek kocasına baktı.

- Şekerim, saçım pek çabuk uzar, deyip tüyleri tutuşan bir kedi gibi yerinden fırlayarak:

- Ay unutuyordum, diye bağırdı.

Jim alınan güzel hediyeyi görmemişti. Della avucunu açarak sevinçle kocasına uzattı. Bu kıymetli, fakat donuk maden genç kadının ruhundaki ateşin aksi ile parlar gibi oldu.

- Şekerim, güzel değil mi? Bütün şehri altüst ettikten sonra bulabildim. Saatini ver bakalım nasıl yakışacak, dedi.

Jim, Della'nın dediğini yapacak yerde kendini sedire attı. Ellerini başının arkasına koyarak gülmeye başladı.

- Della sevgilim, Noel hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım.

Bugünkü halimize uygun değil. Biraz fazla.

Tarakları almak için saati sattım. Pirzolaları koy bakalım ateşe, dedi.

  • Beğen 4
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Nar taneleri, kız çocukları HaşmetBabaoğlu....bugünkü yazısından...

Salı günü haber saatine yakın atv'deydim. Erdoğan'ın (Aktaş) odasına girdim...

Az önce Afganistan şehitlerini uğurlama töreninin görüntülerini hazırlamışlardı. Boğazında bir yumruk, konuşmakta zorlanıyordu.

Sonra bir kâğıt uzattı bana, okumam için.

Bir baba olarak duygularını kâğıda dökmüştü. Ama nasıl derin ve içli biçimde! Kaptım elinden, "bu bende kalsın!" dedim.

Aşağıdaki yazı, sevgili Erdoğan Aktaş'ın işte o yazısıdır.

***

Kimse bana alınmasın. Kimse kızmasın bana. özellikle de oğullarım. Hangisini birbirinden ayırt edebilirim ki? Evlatlarım onlar. Ama gelin görün ki kızım farklı. Yapabileceğim bir şey yok, O farklı. Biliyorum, ben de onun için farklıyım. Babayım ben. Babasıyım O'nun. O'nun babası. Kızım.

çocuklar arasında ayrımcılık yapmak değildir bu. Kim ne derse desin. Kız çocukları farklı, erkek çocukları farklıdır. Kim ne derse desin. Kızım. Yoksa insanın evlatları arasından birini az, diğerini çok sevmesi değil. Mümkün mü? Şöyle yazıyordu okuduğum bir kitabın kapağında: "Nara sorun, hangi tanesini daha çok sever?" Durum tamamıyla bu. Hiçbirini diğerinden ayırt edemezsiniz. Edemem. Ama kızım farklı.

Bir kıyaslama da yapmıyorum. Ama kızım farklı. Kızım. Kız çocukları. Kız babaları. Kızım farklı. Kız çocuklarının babalarına koşması bile farklıdır. Nar taneleri, kız çocukları.

Odamdakilerle konuşurken, o görüntüyü gördüm. Tören bitmiş, askeri kurallar yerine getirilmiş ve artık onlar son yolculuklarına uğurlanacaklar. Yan yana tabutlar. Bir anda koşmaya başlayan kız çocuklarını gördüm. Babalarına koşuyorlardı. Kanım dondu. Durdum. Yüzüm düştü.

Hiç tartışmam, dünyanın en güzel görüntüsüdür, bir kız çocuğunun babasına doğru koşması. Her adımda saçları bir o yana, bir bu yana salınır. Yüzünde bir mutluluk! Kız çocukları böyle koşar babalarına. Dünyanın en güvenilir insanının kollarıdır koştukları. Kız çocukları böyle koşar babalarına. Gülerler. Kendilerinden emin. Kız çocukları böyle koşar babalarına. Sarılırlar. Sonra, baba mı o sevginin içinde kaybolur, yoksa kız çocuğu mu babasının kollarında, bilemem. Benim hissettiğim, tam bir kayboluş ve sonra yeniden varoluş duygusudur. Kız çocuğu, nar tanesi.

Onlar da öyle koştular babalarına. Ama son kez. Tabutlara doğru son hızla koştular. Bırakmak istemiyorlardı. Son kez sarılmak, son kez koklamak, son kez öpmek, son kez dokunmak istediler. Tabutlara sarıldılar, ölümün soğukluğuna, kâinatın en sıcak busesini kondurdular. Ağlayarak, parçalanarak.

Tabuta doğru yaklaştıklarında, isimleri aradılar eğilip. Yanlış tabuta, yanlış babaya, bir başkasının babasına sarılmamak için. Kendi babalarını aradılar. Kız çocukları böyle koşar babalarına, Hani denir ya, "Kimse kusursuz değildir" diye. Yanlış. Bir tek, bir kız çocuğunun babasına koşmasında kusur bulamazsınız. O kadar muhteşemdir. O kadar çarpıcı ve o kadar sonsuzluk dolu. öyle koştular babalarına. Sarıldılar son kez. Babalar da kız çocuklarına.

Baba diye ağlarken, belki de bilmiyorlardı babalarının onları gerçekten duyduğunu, gerçekten hissettiğini ve gerçekten onlara da sarıldığını. Bir kız çocuğu babasına öyle koşar, babaları da böyle hisseder.

Nar taneleri, kız çocukları.

Tevfik tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

e-posta dolaşımında geldiği için daha önceden okuyanlar vardır mutlaka, eğer öyle ise okumadığınıza rastlayana kadar aşağıya doğru devam edin...

DÜRÜSTLÜK (A.Şerif İzgören anlatıyor)

"İzgören&Akın'a toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önÜne geldik. Ankara'da Bakanlıklar. Diyelim ki taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya, taksici ÜstÜnÜ arıyormuş gibi yapar,siz de para ÜstÜnÜ alabılmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför,para ÜstÜ varmı diye aranmaya başladı.

"ÜstÜ kalsın kardeşim" dedim.

DöndÜ bana doğru

"Vaktin varmı ağabey ?" dedi.

"Evet" dedim (tek ayağım hala dışarda)

DörtlÜlere bastı, trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. önde bir bÜfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 Krş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.

"Birader" dedim,"9.75 değil,10.50 yazsa istermiydin 50 krş.benden?"

-Ne alacağım ağabey 50 krş.u

-Peki niye gittin 25 krş.için o kadar uğraştın.ÜstÜ kalsın demiştim.

DöndÜ bana,attı kolunu arkaya :

-Vaktin var mı ağabey

-Var

-çek kapıyı o zaman

Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.

5 dk.konuştuk. İngiltere'de profösörÜnden,bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini, ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.

Ağabey biz Keçiören'de 5 kardeşiz. Babam rençberdi benim, gÜnlÜk yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gÜn iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yÜzÜnden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize"Durun kalkmayın" derdi. önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.

"Aha" dedim,"Bizim meslek", seminerci.

- Ne anlatırdı baban

- Hayattta nasıl başarılı olunur ?

O gÜn inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.

-Babam işe gidince bÜyÜk ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp "DÜrÜst olun,evinize haram lokma sokmayın" diye anlatırken , biz de gÜlerdik. Annem kızardı, "Babanızla alay etmeyin. O, hem dÜrÜst hem de çalışkandır" derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık, çÜnkÜ bize bahşiş verirdi. Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. çÜnkÜ hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldÜ. yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman, işleyen birahane,dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktıbiliyor musunuz ?

-Ne bıraktı ?

-Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : "Evladım işinizi dÜrÜst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..."falan filan. Ağabey aradan 15 yıl geçti,diğer 2 kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.

Biz 5 kardeş,beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu,hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde bÜyÜk ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :

"Asıl mirası bizim baba bırakmış."

Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri, taksimetrenin yazmadığı 10 krş.u evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah'a şÜkÜr.

çok duygulandım,veda ettim,tam ineceğim :

-Dur ağabey,asıl bomba şimdi.

-Nedir bomban ?

-Nerede oturuyoruz biliyormusun ? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.

Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras.

Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız.

Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.

  • Beğen 5
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Küçük İstavrit

küçük istavrit

yiyecek bir şey sanıp

hızla atıldı çapariye..

Önce müthiş bir acı duydu dudağında

Gümbür gümbür oldu yüreği

Sonra hızla çekildi yukarıya

aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü

neye benzerdi acep gÖkyüzü

bir yanda büyük bir merak

bir yanda Ölüm korkusu..

ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu

küçük istavrit anladı,

yolun sonu..

Koca denizlere sığmazdı yüreği

Oysa şimdi yüzerken küçücük yeşil leğende

cansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu

minik yüzgeci..

İnsanlar gelip geçtiler Önünden,

bir kedi,

yalanarak baktı gÖzünün içine,

yavaşça karardı dünya

başı da dÖnüyordu.

son bir kez düşündü

derin maviyi beyaz mercanı

bir de , yeşil yosunu..

işte tam o anda eğilip aldım onu..!

yürüdüm deniz kenarına

bir Öpücük kondurdum başına

iki damla gÖzyaşından ibaret sade bir tÖrenle saldım denizin sularına..

bir an Öylece bakakaldı.!

sonra sevinçle dibe daldı

gitti, tüm kederimi sÖküp atarak

teşekkürü de ihmal etmemişti

birkaç değerli pulunu, elime avuçlarıma bırakarak...

balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme

sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye...,

"bir gün" dedim

"bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz, son ana

kadar hep bir umudum olsun diye."

  • Beğen 3
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Planlarınız bazen istediğiniz gibi sonuçlanmıyor, mesela bir örnek:

Üç zengin yahudi kardeş annelerine doğum gÜnÜnde birer hediye almaya

karar vermişler.

Hediyelerini yolladıktan sonra aralarında sohbet etmeye başlamışlar.

Birincisi demiş ki;

- Ben anneme kocaman bir ev aldım.

İkincisi;

-Ben bir limuzin aldım ve bir de şöför tutum.

ÜçÜncÜsÜ;

- Benim hediyem hepinizinkinden gÜzel. Annemin Tevratı okumayı ne

kadar sevdiğini ve gözleri iyi görmediği için artık eskisi gibi

okuyamadığını biliyorsunuz. Ona bÜtÜn Tevratı ezbere bilen bÜyÜk

kahverengi bir papağan gönderdim.

Onu eğitmek için 12 Haham 12 yıl boyunca uğraşmış. Tevratı

ezberletmişler. Bu papağan için havraya 20 yıl boyunca 1 milyon dolar

bağışlayacağım ama buna değer. Annem sadece bölÜmÜn adını söyleyecek ve

papağan ona ezbere okuyacak.

öbÜr kardeşler biz niye bunu dÜşÜnemedik diye hayıflanmışlar ve

kıskanmışlarsa da bir şey dememişler.

Kısa bir sÜre sonra anneleri ÜçÜne de birer teşekkÜr mektubu yazmış.

Birinciye;

'Abraham, bu ev bana çok bÜyÜk gelıyor. Tek bir odası yetiyor ama

hepsini temizlemek zorunda kalıyorum.'

İkinciye;

'Mişon, yolculuk etmek için çok yaşlıyım, arabayı hiç kullanmiyorum

ve şöför çok kaba.'

ÜçÜncÜye;

'Solomoncuğum, annesini mutlu etmeyi bilen tek evladım sensin.

Herşeyin bÜyÜk maddi hediyeler olmadığını gösterdin. Gönderdiğin *tavuk* çok

lezzetliydi. TeşekkÜr ederim!...'

  • Beğen 2
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Öykümüz ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geÇer..

Lao Tzu bu Öyküyü Çok sever, sık sık anlatırmış hatta..

Efendim kÖyde bir yaşlı adam varmış.. Çok fakir.. Ama kral bile onu kıskanırmış.. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki.. Kral at iÇin ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış..

"Bu at, bir at değil benim iÇin.. Bir dost.. İnsan dostunu satar mı" dermiş hep.. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok..

KÖylü ihtiyarın başına toplanmış..

"Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, Çalacakları belliydi. Krala satsaydın, Ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler..

İhtiyar "Karar vermek iÇin acele etmeyin" demiş.. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerÇek bu.. Ondan Ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıÇ. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."

KÖylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geÇmeden, at bir gece ansızın dÖnmüş.. Meğer Çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.. DÖnerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.

KÖylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp Özür dilemişler..

"Babalık" demişler.. "Sen haklı Çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin iÇin.. Şimdi bir at sürün var.."

"Karar vermek iÇin gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. Sadece atın geri dÖndüğünü sÖyleyin. Bilinen gerÇek sadece bu. Ondan Ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıÇ.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."

KÖylüler bu defa ihtiyarla dalga geÇmemişler aÇıktan ama, iÇlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geÇirmişler.. Bir hafta geÇmeden, vahşi atları terbiye etmeye Çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geÇimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.

KÖylüler gene gelmişler ihtiyara..

"Bir kez daha haklı Çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler..

İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. GerÇek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat bÖyle küÇük parÇalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.."

BirkaÇ hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün genÇleri askere Çağırmış. KÖye gelen gÖrevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün genÇleri askere almışlar. KÖyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden genÇlerin ya Öleceğini ya esir düşüp kÖle diye satılacağını herkes biliyormuş.

KÖylüler, gene ihtiyara gelmişler..

"Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiÇ değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla kÖye dÖnemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.."

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerÇek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, Öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında:

"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küÇük bir parÇasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaÇının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası aÇılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu gÖrürsünüz."

Cem Boneval tarafından düzenlendi
  • Beğen 4
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

offf yaaa....hepsi çok güzeldi teşekkürler doktorum yine sıcacık pişirdiğiniz un kurabiyelerini yedim çayımla...çok lezzetliydi...ellerinize sağlık....

Eyvallah da sen gaz verdikçe bunun arkası kesilmez...

BASARI :

4 yasinda basari ...pantolonuna isememektir.

12 yasinda basari ........arkadas bulabilmektir.

16 yasinda basari ............ ..araba kullanabilmektir.

20 yasinda basari ............ ...***** yapabilmektir.

35 yasinda basari ............ ......para kazanabilmektir.

50 yasinda basari ............ ......para kazanabilmektir.

60 yasinda basari ............ ...***** yapabilmektir.

70 yasinda basari ............ ..araba kullanabilmektir.

75 yasinda basari .........arkadas bulabilmektir.

80 yasinda basari ....pantolonuna isememektir.

Buna çAN EGRISI deniyor.

Prof.Dr.Albert Follanberg

  • Beğen 4
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tanrı yeryüzünü “Lahana, Karnabahar, Ispanak” gibi çeşit çeşit yeşil ve sarı sebzeyle donattı. “İnsan” sağlıklı ve uzun hayatlar yaşasın diye.

Bunu gören Şeytan McDonald’s'ı yarattı. McDonald’s ise 99 centlik iki katlı Cheeseburger’ i icat etti. Şeytan İnsan'a dedi ki; “Yanında patates, cips ister misin?” Ve İnsan dedi ki; “Süper boy olsun!”

Böylece İnsan kiloları almaya başladı.

Ve Tanrı sağlıklı yoğurdu yarattı. Kadın onu yesin ve bedenini Adam’ın beğendiği boyutlarda tutsun diye.

Bu sefer Şeytan, yoğurdu dondurdu. çikolata getirdi, fındık getirdi.

Yoğurdun üzerine konacak parlak renkli şekerler getirip serpti. Ve Kadın da kiloları almaya başladı.

Ve Tanrı dedi ki ; “Şu taze salatamı bir deneyin”

Bunun üzerine Şeytan kremalı hazır salata soslarını icat etti, üzerine salam ve dilimlenmiş peynir parçalarını da ekledi. Sonra tatlı için dondurmayı çıkardı. Ve insan daha da kilo almaya başladı.

Ve Tanrı bu sefer dedi ki ; “Sana sağlıklı sebzeler verdim. Onları pişiresin diye zeytinyağı da veriyorum”

Ve Şeytan, Cracker Barrel’dan tavukla kızarmış biftek getirdi. öyle büyüktü ki, kendi ayrı tabağı bile vardı. Ve insan kiloları yüklendi, kötü kolesterol tavanı delip çıktı.

Ve Tanrı, koşu ayakkabılarını yarattı ve insan bu fazla kilolardan kurtulmaya karar verdi.

Ama bu sefer Şeytan, kablolu TV’yi yarattı, uzaktan kumandayı yarattı.

öyle ki, insan TV1 den TV2 ye giderken bile yerinden kalkmadı.

Ve Tanrı patatesi yarattı. Besinle dolu, doğal olarak, yağ düzeyi düşük, sağlıklı bir sebze olsun istedi.

Sonra Şeytan geldi ve patatesin sağlıklı kabuğunu soydu attı.

Nişastalı gövdesini çabuk çabuk kesip, derin tavada katı yağ ile kızarttı. İçine banıp yensin diye de kremayı icat etti.

Ve insan uzaktan kumandasına sarıldı, kızartılmış patatesini kremaya banıp yedi. Yedikçe kolesterole battı. Ve şeytan baktı, iyi olduğunu gördü.

“İyi oldu” dedi…

Ve Tanrı içini çekerek baktı, düşündü ve “by-pass” cerrahiyi yarattı…

Bunu gören Şeytan da “Sağlık Sigortası Şirketlerini” getirdi!

  • Beğen 3
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Mina Urgan demiş ki; "Ben sahip olduklarımın tadını çıkarmayı öğrendim hayatta. Sahip olamadıklarımın ve olamayacaklarımın acısına ise ayıracak zamanım yok. Hayat çok kısa."

... daha çok şeye ihtiyaç duymak değil, varolanla yetinebilmeyi başarmak onemli olan...

Charlotte kuralı

Charlotte, Paris'te yaşayan çok güzel bir kızdır.

O kadar güzeldir ki, saçları şelaleler gibi omuzlarından kollarına dökülür.

Boyu upuzun, bacakları upuzundur. Bir reklam ajansında, müşteri temsilcisi olarak çalışır. İyi para kazanır. Ailesi de çok varlıklıdır hatta. Ben Charlotte'u geçen hafta Paris'te tanıdım. Bu bilgileri almanız, kuralı sorgulamamanız açısından önemli.

Paris'te, bir arkadaşım beni Charlotte'un evine davet etti. Bilirsiniz, insanlar birbirlerinin hayatını merak eder, fark etmeden ve ettirmeden incelerler. Hatta benim en sevdiğim şeylerden biri, sokakta, perdeleri sonuna kadar açık evlere ve orada yaşananlara şahit olmaktır. İnsanın içi, insanlığa ısınır. Dersin ki,

"Oh.... üç aşağı beş yukarı aynı şeyler işte!" Ben de, böyle gözlerle incelemeye başladım biraz önce tanıdığım bu güzel Fransız kızın hayatını. Herkesin evinden yola çıkıp, kendisine varmak mümkün.

Fakat bu evde bir tuhaflık vardı. Her şeyden çok az vardı bu evde... Gerektiği kadar. Mesela, bir şampuan bir sabun. Minnacık bir dolap. İçinde birkaç elbise kazak. Altı yedi ayakkabı.. İki dvd. Beş cd. Ipod. Dört bardak, birkaç tabak. Birkaç mum. En fazla on tane kitap.

Hiç ruj yok! çantasındaymış. Zaten lipstick o da...

Hayatta bazen, şaşakalırsın ya. Başa dönersin ya. Bir yerde bir hesaba, olmazsa olmaz diye eklediğin bir kalem birdenbire, tek bir örnekle, kendini siler ya. öyle oldu bana. Gözlerindeki silik eyeliner dışında, süsü de yok bu kızın. Peki bu kız nasıl böyle kız oldu? Nasıl böyle sade kaldı? Kadın oldu? Dışarıda bu kadar az şeyle, içi çok oldu? Anlayamadım. çözemedim. Sadelik.. Beni şaşırtan şey, modellik yapacak kadar güzel ve havalı, aynı zamanda varlıklı bir kızın bu hayat seçimi. Olağanüstü... Kendi hayatım, arı kovanı gibi başımda vızıldamaya başladı. Paris sokaklarında beni takip edip durdu bu arılar. Tek çöp bir şey alamadım. Hep sordum: buna gerçekten ihtiyacım var mı? Buna benzer, aynı işi gören bir şeyim var mı?... Koca koca alışveriş merkezleri, bizi kandırmak için birbirleriyle iddiaya girmiş ahtapotlar gibi gelmeye başladı. Kaçtım, kaçtım, saklandım.

Sahip olduklarımın, yarısından fazlasına ihtiyacım yoktu. Hayatı ağırlaştıran şey, seçim çokluğu.

Az şey kadar güzeli yok. Gereği yok. Sonumuz belli.

Banyoda bütün ürünler, dopdolu şişelerle birbirlerini köpürtürken, hiç giymediğimiz kazaklar lüzumsuzca dizilmiş t-shirt'lere dolapta el şakası yaparken, hiç açılmamış kitaplar kendi kendilerine konuşurken...

Biz orada olmayacağız. üstelik onlar da, boşu boşuna bizden başka kimsenin olmamış olacak.

Anladınız değil mi Charlotte kuralını?

Ben de sözü geçenlerde yakın bir arkadaşımdan duyduğum ve çok sevdiğim bir sözle bitireyim.

Zenginlik çok şeye sahip olmak değil az şeye ihtiyaç duymaktır.

Not: Günlük kotam doldu... :)

  • Beğen 3
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın

Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor

Hesap oluştur

Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.

Hesap Oluştur

Giriş yap

Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.

Giriş Yap
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgi

Bu siteyi kullanarak, forum Gizlilik Politikasını kabul etmiş olursunuz.